24.05.2010

haftanın sonu

0 yorum



bu hafta sonu havanın muhteşem(!) olmasından ve yaşadığım mükemmel(!) yerden dolayı kendimi pijamalarıma hapsettim. kendime tatil verip hiiiiç ders çalışmadım ve bunun için de vicdan azabı duymadım. izlemek istediğim ama hafta içinde ıvır zıvır işlerden kafamı toplayamadığım için daha sakin zamanlara bıraktığım filmlerle buluşmayı da başardım üstelik!!!

oscar ödüllerine aday olmuş filmlerden 2 tanesini izledim. ilk olarak george clooney farkı dolayısıyla "up in the air" la başladım. daha önce filmle ilgili bir çok şey okuduğumdan çok ön yargılı başladım aslında. gerçekten de oscarlık bi oyunculuk değilmiş, o yüzden ödülü alamaması doğru olmuş. konu çok ilgi çekici değil ama yine de başarılı bir filmdi. güzel kadın, ölüsü bile yakışıklı olacak bir erkek! arasındaki bir hikaye işte... sonundaki bir olay insana vurup kaçsa da çok şaşırtmıyor... ya da ben artık hiç bir şeye şaşırmıyorum yaşadıklarımdan sonra... ama yine de george clooney için üzülmeden edemedim itiraf edeyim :)

ikinci filmse en iyi kadın oyuncu oscarını almayı başaran sandra bullock'un "the blind side" filmi. gerçek bir hayat hikayesi. unuttuğumuz bir çok şeyi anımsatıyor, yer yer iç burkuyor... çok çok haklı bir karar olmuş ödülü alması, sondaki fotoğraflara bakınca sandra bullock gerçek leigh anne'den daha çok leigh anne'dir benim gözümde...

şimdi 6 dalda oscar almayı başaran "the hurt locker" ve en iyi erkek oyuncu oscarını alan jeff bridges ın "crazy heart" filmlerini izleyebileceğim diğer hafta sonunu bekliyorum heyecanla :)))




19.05.2010

biraz...

0 yorum
Biraz değiştim,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
Değiştim,

Unutamadığım sözlerinin arasın
da sıkışıyorum,
Bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni
Ben benimle savaşıyorum,
Seninle değil!

Sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın
Ne kazanabileni ne de kaybedeniyim,
Sorun değil!

Elbet alışırım,
Biraz alıştım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Alıştım,
Varlığını istemediğim tüm eksik yanlarıma,
Ve çokluğunu da yokluğunu da istemediğim bu iki arada bir derede duyguya alışıyorum,
Bir yanım bırak diyor bir yanıma,
Kesin değil!

Henüz tanıştım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Tanıdığımı sandığım bana daha da yakınım artık,
Duvarlara anlatırken öğrendiklerim kendi hakkımda,
Ve aynalara ağlarken gördüklerim kendi tarafımda…
Bir yanım memnun oldum diyor, bir yanım tanıyamadım daha,
Samimi değil!

Bir hayli kırıldım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Canıma batan her halin felç gibi indi bedenime,
Gözlerimden tut da ciğerime kadar kırgınım!
Aslında ne sana, ne olanlara…
Kendime kırgınım…
Maziye hiç değil, an’a kırgınım.
Anlatamadığım, anlayamadığım masalların bana yaptıklarına,
Dinlediğim şarkılarda bana seni anlatan şarkıcılara,
Beni anlamadığın kelimelerin bana her şeyi anlatıyor gibi geliyor oluşlarına…
Bir hayli kırgınım…
Beni ben kırdım oysa,
İyi değil!

Galiba yoruldum,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Kendime kalbimi kanıtlamaktan,
Ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan,
Ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum...

9.09.2009

anneler ve kızları

0 yorum

havaların serinlemesiyle birlikte yükselip eski haline gelen vücut enerjimin etkisi sonucunda dün evde yaz boyunca yapmadığım ne kadar iş varsa hepsini yaptım. iş aralığında eve gidip nevresimlerimi değiştirdim, çıkanları yıkadım, yıkadıklarımı astım, akşam yemek yapabilmek için dolaptan bişeyler çıkarttım, akşam eve geri döndüğümde yemek yaptım, bulaşıklarla birlikte tüm mutfağı ( tost makinamda dahil ) çamaşır sularıyla baştan aşağı sildim. bi parti daha çamaşır attım, onları da astım. dünkü performansım ciddi anlamda beni tanıyan herkesi şaşırtacak boyuttaydı yani...

tüm bunları yaparken bişeyi farkettim: "yaşlandıkça anneme benziyorum!!!"

aslında tam olarak benzemekte değil bu. annem sanki bir iç ses halinde beynimin içinde yaşamaya başladı ve eskiden çok derinlerden mırıltı halinde gelen sesini gün geçtikçe daha çok duyuyorum :)

misal, normal standartlarda benim yapmam gereken hareket, işe gitmeden attığım çamaşırları "amaaan akşam gelince asarım" diyerek, çamaşır makinasının kapağını açık bırakıp içerde çürümemelerini sağlamak suretiyle evden usulca sıvışmak olurdu. işte tam böyle zamanlarda bu iç ses devreye giriyor. "ay iki dakkada asıcaksın alt tarafı, 5 saat bekletilir mi onlar orda, yıkamasaydın bari, nemli nemli kokarlar şimdi yazık!" nedense bu tonlama aynı anneminki gibi. yılarca bıdı bıdı bana söyledikleri ve benim dinlemediğim herşey teker teker çıkıyor bilinçaltımdan.

akşam işten eve dönüyorum, "10 dakikada hazırlanabilen yemekler" menümden birini uygulayıp, yiyorum. yine normal standartlarda ben, çıkan o tek tabak ve çatal bıçak ikilisini suyun altına tuttuktan sonra lavaboya bırakır, takibeden günlerin bulaşıklarıyla birleşip çoğalmalarını beklerdim.
işte tam o sırada yine aynı ses: "ay 3 parça şeyi yıkamaya üşeniyosun, biri gelse evine aniden? "
hayatımda çocukluğumdan beri yerleşmiş böyle bir kavram var. "evimize aniden birinin gelmesi". kızkardeşim ve ben annemin olmadığı zamanlarda evi alabildiğine dağıtırdık. annemin kapıdan girer girmez tek söylediği şey bu olurdu. "ya ben yanımda bir arkadaşımla gelseydim??" sanki annem "yalan rüzgarı" ndaki bir karakter ve jill abbot aklına takılan bir mevzuyu sormak üzre evimize gelicek. gelse gelse alt komşu mine teyze gelir çat kapı, ki onun çocukları da bizden farksız!!!

ha bi de şey var. "bi iş yaptığında odadan çıkmadan dön arkana bi bak, gözüne takılan bişey var mı yok mu" işte bu sebeptendir ki her oda çıkışında elim elektrik düğmesinin üzerinde ışığı kapatmak üzereyken malum iç ses beynimde yankılanmaya başlar ve mutlaka arkama dönüp bakarım...

ah anne ah... eminim tüm bunları bende yapıcam çocuklarıma. etrafı toplarken sürekli söylenen bi kadın olmam da yüksek bir olasılık gibi duruyor...

sonuç: yıkanan bulaşıklar, temizliğe doyulmadığından ovulan lavabolar, tezgahlar, asılan çamaşırlar...

seni seviyorum anne...

12.07.2009

yabancılaşmak

0 yorum



tüm çocukluğunuz ve hatta ergenlik döneminiz boyunca sahilindeki her santimetrekarede kaç adet kum tanesi olduğunu bildiğiniz bir yere yıllar sonra geri dönersiniz ve gördüğünüz manzara karşısında içinizdeki hislere bi anlam veremezsiniz. sebebi o yerin artık hayallerinizdeki gibi olmayışı ve tabiki size ait anıların tamamen unutulmuş olmasıdır. eski dostlardan sadece birkaç kişi kalmıştır ve geri kalan bir sahil dolusu insandan kimseyi artık tanımıyorsunuzdur. zevk vermez, tadı tuzu yoktur... yalnızlık kocaman bir boşluk halinde içinizi kaplayıverir...
işin en üzücü kısmına gelecek olursak, hayatınızın en favori dönemlerinde elinizin eteğinizin altında dolaşan, tek derdi gün içinde kaç tane dondurma yiyebileceği olan ufaklıkların tanıyamayacağınız hale geldiklerini ve hatta çoluk çocuğa karıştığını görürsünüz, işte tam o sırada eskiden kurduğunuz hayalleri düşünüp, hiçbirini gerçekleştiremediğinizi görünce boşa harcadığınız yıllarla yüzleşmeye başlarsınız... hani doktor falan olunucaktı ve 3 tane çocuğa rağmen victoria beckham yada angelina jolie misali taş gibi bir vücutla muhteşem kocanızı da kolunuza takıp sahilde mutluluk pozları verilicekti ya tüm sinir olduğunuz insanlara inat :))) bu yaştan sonra tüm bu hayallerin büyük bir çoğunluğunun gerçekleşmesi olanaksızdır, gerçek olsa da kimsenin umrunda olmayacağınız gerçeğiyle yüzleşmek kaçınılmazdır... en iyisi sessiz ve sakince her türlü olumsuzluğuna rağmen herkesinkinden çok daha güzel olan yaşantınıza dönüp, sahip olduğunuz mutluluğa kaldığınız yerden devam etmektir... zaten angelina jolie boşanıyomuş, victoria beckham da rüküşün teki, hıhhh :)))

18.03.2009

başlamak ya da başlamamak...

0 yorum

aslında bütün mesele buymuş gibi duruyor. bişeye başlamaya karar vermek bitirmenin yarısı derler ya, bence yalan... başlamak iki yoldan birini seçmek tabi ki, en kötü karardan daha iyi olsa da seçimini yaptıktan sonra yapman gerekenler kocaman bir dağ gibi çıkıyor karşına ve esas işin ondan sonra başlıyor... zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da insan, hep güzel bişeyler oluyor... tam dibe vurduğunu hissettiğinde sıcacık bi gülümseme içini ısıtıyor, seni senden çok düşünen birileri elini uzatıveriyor... kendini daha bi güçlü, daha bi herşeyi yapabilir hissetmeye başlıyorsun. tekrardan umutla bakıyorsun hayata. daha yaşanabilir geliyor içinde bulunduğun halka, hatta seviyorsun bile bulunduğun yeri. unutuyorsun ne varsa vazgeçtiğin, yüzünde korkular, içinde çığlıklarla...
özetle; tüm koşullar aleyhinde olsa da, herkese ve herşeye rağmen mutlu olmayı başarabilmektir yeni birşeylere başlamaya karar verdiren aslında...

Nedir, Necidir?

Fotoğrafım
tüm duyguları en uçlarda yaşar... ya çok üzgündür ya çok neşeli... ya çok sever ya nefret eder... ya çok konuşur yada susar... sevdiklerinden kopmak istemez, arkadaşları için herşeyini verebilir, kendini hep ikinci plana atar... "kalk gidelim" dir, gecenin 4 ünde gelen bi telefonla yatağından kalkıp sokağa atabilir kendini... hayatı yoğun ve koşuşturmacalı yaşamayı sever. çok çalışır, çalışmadığı zamanlarda ve yeni uyandığında yanına yaklaşılmamalıdır... f1 izlemeyi sever, yarış günleri evden çıkmaz, şimdilik uzaktan kumandalı arabalarıyla yarışmayı tercih eder. Monaco gp sini yerinde izleyebilme planları yapar yoğun bir şekilde. en büyük tutkusu "izmir" dir ve 2008 haziran'ından beri ondan ayrıdır...